Danıştay 10. Daire, Esas No: 2020/3073, Karar No: 2021/309

Danıştay 10. Daire Başkanlığı 2020/3073 E. , 2021/309 K.

    “İçtihat Metni”

    T.C.
    D A N I Ş T A Y
    ONUNCU DAİRE
    Esas No : 2020/3073
    Karar No : 2021/309

    DAVACI : …Vakfı
    VEKİLİ : Av. …

    DAVALILAR : 1- … (Mülga …) / …
    VEKİLİ: Huk. Müş. M…
    2- … Müdürlüğü / …
    VEKİLİ: Av. …

    DAVANIN KONUSU : 24/01/2003 tarih ve 25003 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik’in eki olan ve faaliyette bulunan cemaat vakıflarını gösteren listede, davacı vakfın yer almamasına ilişkin eksik düzenlemenin ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların adına tescili için yapmış olduğu başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istenilmektedir.

    DAVACININ İDDİALARI : Vakfın, cemaat vakfı olduğu ve bu listede yer alması gerektiği, idarelerce tesis edilen işlemlerin hukuka aykırı olduğu ileri sürülmektedir.

    DAVALILARIN SAVUNMALARI : Tesis edilen işlemlerin hukuka uygun olduğu, davanın reddi gerektiği savunulmaktadır.

    DANIŞTAY TETKİK HAKİMİ : …
    DÜŞÜNCESİ : Davanın reddi gerektiği düşünülmektedir.

    DANIŞTAY SAVCISI : İbrahim Özdemir
    DÜŞÜNCESİ : Dava; 24.1.2003 günlü, 25003 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik”in eki olan ve faaliyette bulunan cemaat vakıflarını gösteren listede davacı Vakfın yer almamasına ilişkin eksik düzenlemenin ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların adına tescili için yapmış olduğu başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmıştır.
    2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasasının 49. Maddesinde, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun bozma kararlarına karşı Danıştay Dava Dairelerine ısrar hakkı tanınmamıştır. Bu durumda, Danıştay Onuncu Dairesinin 15.11.2005 günlü, E:2003/2272, K:2005/6741 sayılı kararını bozan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 02/12/2010 gün ve E: 2006/1223, K:2010/1775 sayılı kararında belirtilen gerekçelerle, davanın reddine karar verilmesi gerektiği düşünülmektedir.

    TÜRK MİLLETİ ADINA

    Karar veren Danıştay Onuncu Dairesince, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 04/06/2018 tarih ve E:2016/4950, K:2018/2951 sayılı bozma kararına uyularak gereği görüşüldü:

    MADDİ OLAY VE HUKUKİ SÜREÇ :
    Dava, 24/01/2003 tarih ve 25003 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik’in eki olan ve faaliyette bulunan cemaat vakıflarını gösteren listede davacı vakfın yer almamasına ilişkin eksik düzenlemenin ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların adına tescili için yapmış olduğu başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmıştır.

    İNCELEME VE GEREKÇE:
    İlgili Mevzuat:
    “Vakıf” en genel anlamıyla, bir mal veya mülkün, satılmamak koşuluyla, bir hayır işine tahsis edilmesini; başka bir ifadeyle, bir mülkün menfaatlerinin hayri, sosyal veya kültürel hizmetlere özgülenmesini, böylece özel mülkiyetten çıkarılarak kamunun mülkiyetine geçirilmesini ifade eder. Bu yönüyle kişi ile toplum arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen bir sosyal yardım kurumu niteliğindeki vakıflara, tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin, yerleşik düzene geçmiş insan topluluklarında, tüm uygarlıklarda ve dinlerde rastlanması olanaklı ise de vakıf kurumu, vakfı “bir aynı Allah’ın mülkü hükmünde olmak ve menfaatleri halka ait olmak üzere hapis ve tevkif etmek” olarak tanımlayan İslam Hukuku içinde gelişmiştir. Osmanlı Devleti döneminde, müslüman olmayanların dahi İslam Hukukuna göre vakıf kurma haklarının bulunduğu, bu çerçevede sözü edilenlerin vakfiye düzenleyerek mahkemeye başvurup tescil ettirdikleri vakıfların olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte aynı dönemde, müslüman olmayanlar bu şekilde vakıf kurmak yerine, kendi inanç ve geleneklerinden hareketle, kendi cemaatlerinin manevi şahsiyetine “yükümlü bağışlama” yapmayı benimsemişler; padişah fermanı (buyruk) ve irade-i mahsusa (özel izin) ile bu cemaatler; kilise, manastır, okul, hastane, papaz evi, mezarlık, sinagog kurarak, bu cemaatlerin dini, ilmi ve hayri hizmetlerde bulunmalarına olarak tanınmıştır. Hatta, 16 Şubat 1328 (1912) tarihli Eşhası Hükmiyenin Emval-i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun-u Muvakkat’ın 3. maddesi ile “Osmanlı cemaat ve müessesat-ı hayriyesi akar almak ve tekalüf (vergi) ve rüsuma (harca) tabi bulunmak üzere, ancak kasaba ve kariyeler dahilinde emvali gayrimenkule tasarruf edebilirler. Şu kadar ki müessesat-ı hayriyeden birine min’el kadim (eskiden beri) merbut olup da, merbutiyeti Defter-i Hakani’de mukayyet bulunan arazi kemakan (önceden olduğu gibi) tasarruf edilir.” hükmü getirilerek, cemaatlerin doğrudan doğruya mal edinmesine olanak tanınmış; bundan önce muvazaa ile edindikleri taşınmaz malların tapu kayıtlarının da kendi adlarına tashih edilmesi hakkı doğmuştur.
    24/07/1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’nın “Akalliyetlerin Himayesi” başlıklı üçüncü faslında yer alan 37 ila 45. maddelerinde, azınlık olarak nitelendirilen “gayrimüslim Türk tebaa”nın kimi bireysel haklarının yanı sıra kollektif/grup haklarının korunması da düzenlenmiş; bu çerçevede Antlaşma’nın 37. maddesi ile Türkiye, bu fasılda yer alan hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir yasanın, yönetmeliğin, tüzüğün ve resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da çelişir olmamasını ve hiçbir yasanın, yönetmeliğin, tüzüğün ve resmi işlemin bu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenerek; Antlaşma’nın 39. maddesi, 1. fıkrasında müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk yurttaşlarının müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık haklarıyla siyasal haklardan yararlanacağı, Antlaşma’nın 42. maddesi, son fıkrasında ise Türkiye Hükümetinin, söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlayacağı, bu azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylığı ve izni sağlayacağı, ayrıca Türkiye Hükümetinin yeniden din ve hayır kurumları kurulması için bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyeceği belirtilmiş; böylece azınlıkların farklı bir statüye sahip olmaları değil, diğer Türk yurttaşlarıyla aynı haklara ve yükümlülüklere sahip olmaları esası benimsenmiştir.
    Bu çerçevede, 17/02/1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin 74. maddesi ile, belli bir ırk veya cemaat mensuplarını desteklemek gayesiyle vakıf kurulması yasaklanmış, diğer yandan bu Kanun’un yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulmuş eski vakıflar, bu arada cemaat vakıfları Medeni Kanun’a tabi tutulmamış; bunun yerine 19/06/1926 tarih ve 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 8. maddesinde, Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar hakkında ayrı bir yasal düzenleme yapılacağı belirtilmiş; sözü edilen düzenleme ise 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile gerçekleştirilmiştir.
    Bu Kanun ile Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce, eski hukuka göre kurulan vakıflar hakkında, bunların varlıklarına ve vakfiyelerine zorunlu durumlar dışında dokunmadan, yeni usûl ve esaslar getirilmiştir. Sözü edilen 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile yukarıda değinilen tarihsel ve hukuksal süreçte gelişen ve Lozan Antlaşması’yla varlıkları tanınan, Türk uyruklu azınlıklara/cemaatlere ait dini, ilmi, hayri kurumlar ve vakıflara “mülhak vakıf” tüzel kişiliği tanınmış; 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 44. maddesinde, “Bu Kanun’un neşri tarihinden en az onbeş yıl evvelinden beri vakıf olarak tasarruf edildikleri vergi kayıtları, icar konturatları ve eşhası hükmiyenin gayrimenkule tasarrufuna dair olan 16 Şubat 1328 tarihli Kanun’un neşrinden sonra tapuya verilmiş defterler ve müesseselerin hesap defterleri ve buna benzer vesikalarla anlaşılacak olan yerler o surette vakıf kütüğüne kaydolunurlar. Bu kayıt vakıflar idaresinin istemesi üzerine tapuca o gayrimenkullerin kayıtlarına işaret ve keyfiyet münasip vasıtalarla ilan olunur. İlan tarihinden itibaren iki yıl içinde dava yolu ile bir güna itiraz olunmadığı takdirde o malların vakıf olarak kati tescilleri yapılır ve tapuları verilir. Tapu kayıtlarına işaret edilecek gayrimenkullere ait davalarda vakıflar idaresi ve varsa mütevelli de birlikte hasım olur. Bundan başka, vakıflar idaresinin 1515 sayılı Kanun hükümlerinden istifade hakkı mahfuzdur.” hükmüne yer verilmiş; aynı Kanun’un Geçici 1. maddesi, (a) fıkrasıyla da, “Şimdiye kadar vakıflar idaresine hesap vermemiş bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu Kanunun hükümleri yürümeye başladığı günden -13/12/1935- itibaren üç ay içinde idare ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararını müsteniden ve hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tazminine ve mensup oldukları vakıflar idaresine vermeye” zorunlu tutulmuş; böylece azınlık/cemaat vakıflarının taşınmaz malları, 2762 sayılı Kanun’un 44. maddesi uyarınca, 16/02/1328 sarihli Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Muvakkat Kanun gereğince yapılan bildirimlerle ve 2762 sayılı Kanun’un Geçici 1. maddesi uyarınca verilen beyannamelere dayanılarak vakıf kütüğüne kaydedilmiş; Kanun’un geçici maddesi uyarınca verilen ve kamuoyunda “1936 Beyannamesi” olarak adlandırılan beyannameler cemaat vakfının vakfiyesi olarak kabul edilmiştir.
    Dava Konusu İşlemlerin İncelenmesi
    Yapılan bu açıklamalar çerçevesinde, Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği tarihten sonra cemaat vakfı kurulamayacağı, niteliği itibarıyla bir tasfiye kanunu olan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun da Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğünden önce vücut bulmuş ve 2762 sayılı Kanun’un geçici maddesi uyarınca beyanname düzenlenmiş olan vakıfları kapsadığı anlaşılmaktadır.
    Öte yandan, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 25/09/2001 tarih ve E:2001/7572, K:2001/9660 sayılı kararında da belirtildiği üzere, “cemaat vakıflarının padişah fermanı olarak emri mahsusa ile kuruldukları, vakfıyelerinin bulunmadığı, gerek öğretide, gerek yargısal uygulamada ortaklaşa ifade edilmiştir. Anılan vakıf türlerinin (cemaat vakıflarının) iki yoldan geliştiği, ilk olarak bağımsız bir vakıf kurulduğu, daha sonra da kurulmuş bulunan ana vakfa mal tahsis edildiği, böylece ana vakfın mal varlığının çoğaltıldığı bilinen bir olgudur. Genellikle İstanbul’un belli semtlerinde ana vakıf niteliğinde büyük bir hayri ya da dini vakıf kurulmuş; o semtlerde aynı cemaat hizmetlerinin görülmesine tahsis edilen diğer kurumlarda ana vakfın tüzel kişiliğine bağlanmıştır. Örneğin, bir semtte sinagog ya da kilise mevcutsa, sonradan aynı semte tesis edilen diğer sinagog ya da kiliseler ana sinagog ya da kiliseye ‘merbutatı’ olarak bağlanmışlardır. Böylece sinagoglar ve kiliseler, ayrıca bunlara gelir sağlayan akarlar, o semtteki tek bir cemaat vakfı tüzel kişiliğinin mal varlığını teşkil etmişlerdir.”
    Dava konusu olayda ise davacı vakıf tarafından, 1936 yılında beyanname vermediklerini ve 1953 yılında bir azınlık vakfı olarak kurulduklarını, bu kuruluşun 1938 yılında Üsküdar’da kapatılmış olan ve vakfiyesi bulunan eski … okulu vakfının ihya edilmesi sureti ile kurulmuş kabul edilebileceği gibi bu vakıfla aynı amacı gerçekleştirmek üzere başka bir vakıf olarak kurulmuş olarak da kabul edilebileceği; Lozan Antlaşması’na göre azınlıkların yeni cemaat vakıfları kurabileceklerinin kabulü gerektiği; bu vakfın varlığının idare tarafından bilindiğinin İstanbul Valiliği ve Milli Eğitim Bakanlığı yazışmalarında görülebileceği, adının dava konusu olan listede yer almamasının sebebinin Azınlık Tali Komisyonu kararı olduğu; 1938 yılında bazı sebeplerle kapatılmış olan … adlı okulun cemaate din adamı yetiştirme işlevini yerine getirmek amacıyla 1953 yılında bu kez … Vakfı olarak hayata geçtiği, 1953 yılında Ermeni Patriği tarafından yapılan başvuru ile kurulan bu vakfın Ermeni Malları Müşterek İdare Komitesinin lağvedilmesine kadar adı geçen heyet tarafından idare edildiği, vakıf yöneticilerinin seçimlerinin 1961 yılından 1985 yılına kadar idarenin bilgisi dahilinde yapıldığı ve yine Milli Eğitim Müdürlüğünün bilgisi dahilinde okulda eğitim verilmeye devam edildiği, bu nedenle dava konusu cemaat vakıflarını gösteren listede yer almaları gerektiğini belirterek dava açtığı anlaşılmaktadır.
    Bu durumda, Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlük tarihinden önce vücut bulmadığı gibi 2762 sayılı Kanun’un geçici maddesi uyarınca verilen beyannamesi de bulunmadığı için cemaat vakfı sayılmasına olanak bulunmayan davacı hakkında cemaat vakıflarına ilişkin mevzuat hükümlerinin zaman içerisinde uygulanmış olmasının davacıya cemaat vakfı statüsünü, dolayısıyla vakıf tüzel kişiliğini kazandıramayacağı kuşkusuzdur.
    Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğünün, gerek dosyaya sunduğu 13/04/2004 tarihli ek beyanından ve gerekse 07/04/2004 tarih ve 5018 sayılı … Asliye Hukuk Mahkemesine verdiği yanıttan, Miladi 26/09/1848 tarihli vakfiyeye göre …, …, …, … adlı gayrimüslimlerin toplam 15 bin kuruş tahsis ederek bir vakıf kurdukları, vakfa tahsis edilen paranın sağlam bir rehin ve kefil karşılığı faize verilmesi ve elde edilen gelirle … Kilisesinin karşısında bulunan … ve … tabir edilen bir evde sanayi, lisan ve ilim öğrenen akıllı ve reşit fakir Ermenilerin ve hocalarının gündüzlü olarak okutulması için masraflarının karşılanmasının şart edildiği, dolayısıyla bu vakfiyenin lisenin vakıf olarak kurulduğunu değil anılan evde okuyanlara yardım yapılması hakkında olduğu; ayrıca, Miladi 10/03/1796 tarihli padişah fermanında ise Ermenilerin sakin olduğu … Mahallesinin bir bölümünde …’ın kendi tasarrufunda olan evinde büyük, çocuk yaştaki Ermenilerin gürültü etmeden İncil okumalarına izin veren Miladi 26/02/1724 tarihli önceki fermana atıfta bulunarak, … öldüğünden yerine akrabası …’un başvurusu üzerine büyük, küçük yaştaki Ermenilerin gürültü yapmadan aynı yerde İncil okumalarına izin verilmesi hakkında olduğu, bir vakfiyeden bahsedilmediği, dolayısıyla davacı vakfın söz konusu padişah fermanlarıyla ilgisinin bulunmadığını saptayarak dava konusu işlemi tesis ettiği anlaşılmaktadır.
    Öte yandan, Dışişleri Bakanlığının azınlık vakıflarıyla ilgili bu ve benzeri olaylarda sergilenen tutuma ilişkin olarak yapmış olduğu genel bir değerlendirme sonucunda, 26/10/1998 tarih ve 16378 sayılı yazısı ile sunmuş olduğu görüşünde belirttiği, bireyler ve birey grupları lehine uzun süreler hak ve menfaatler doğurmuş idari tasarrufların bir anda yok hükmünde kabul edilmesi veya başka bir idari tasarrufla geri alınması yoluna gidilmesinin, kamu hukuku prensipleri ve devlet ciddiyeti ile bağdaşmayacağı, benzer durumdaki azınlık vakıflarının lehine geçmiş yıllarda tesis edilen idari işlemlerin sakat olduğu gerekçesiyle aradan bu kadar uzun süre geçtikten sonra geri alınacağının ileri sürülmesinin ve o tasarrufların doğurmuş olduğu hukuki durumların ortadan kaldırılmaya çalışılmasının, kamu hukuku ilkelerine aykırı ve idareye olan güveni sarsıcı bir yaklaşım olduğu ifadesi ile birlikte geçmişte tapuda davacı adına vakıf olarak taşınmaz tescillerinin yapıldığı ve 1985 yılına kadar valilikçe cemaat vakfı imiş gibi seçim yaptırılmış olduğu hususlarının birlikte değerlendirilmesi sonucu Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin … tarih ve … sayılı kararı ile davacıya cemaat vakfı tüzel kişiliğinin tanındığı anlaşılmaktadır.
    Bu durumda, gerek 2762 sayılı Vakıflar Kanun’u, gerekse de bu Kanun’u yürürlükten kaldıran 5737 sayılı Vakıflar Kanunu uyarınca cemaat vakfı olarak kabul edilmesi hukuken mümkün bulunmayan, hakkında bunun aksini kanıtlayacak bir bilgi/belge de sunulamayan davacının, 24/01/2003 tarih ve 25003 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik’in eki olan ve faaliyette bulunan cemaat vakıflarını gösteren listede adına yer verilmemesinde ve anılan düzenleme uyarınca tasarrufu altında bulunan taşınmazların vakıfları adına tescil edilmesi için yaptığı başvurunun reddine yönelik 03/04/2003 tarihli işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
    Ayrıca, davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, davacıya yıllarca cemaat vakfıymış gibi muamele edildiği, seçim yapıldığı ve adına tapuda vakıf olarak taşınmaz tescil edilmiş olduğu hususlarıyla birlikte, konuya ilişkin Dışişleri Bakanlığından alınmış olan görüş yazısı değerlendirilerek daha sonradan tesis edilen yeni bir idari tasarrufla cemaat vakfı tüzel kişiliği tanımış olması; idari işlemlerin hukuka uygun olup olmadığının tespitinin, kural olarak işlemin tesis edildiği tarihteki hukuki duruma göre yapılması gerektiği ilkesi dikkate alınarak dava konusu işlemleri sakatlar nitelikte görülmemiştir.

    KARAR SONUCU :
    Açıklanan nedenlerle;
    1. DAVANIN REDDİNE,
    2. Yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına,
    3. Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca … TL vekâlet ücretinin davacıdan alınarak davalı idarelere verilmesine,
    4. Posta gideri avansından artan tutarın kararın kesinleşmesinden sonra davacıya iadesine,
    5. Bu kararın tebliğ tarihini izleyen 30 (otuz) gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna temyiz yolu açık olmak üzere, 08/02/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir